İnsan Hakları ve İhlaller Ekseninde Bir Örnek: Türkiye'de Başörtüsü Yasağı Sorunu
İNSAN HAKLARI VE İHLALLER EKSENİNDE BİR ÖRNEK:
TÜRKİYE’DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI SORUNU
Doç.Dr. Bekir Berat Özipek
Sorun / Tanım:
Başörtüsü, geçmişten günümüze, Doğu ve Batı toplumlarında çeşitli nedenlerle ve çeşitli biçimleriyle kadınlar tarafından kullanılan giysilerden ve kadının örtünme biçimlerinden biridir. Başörtüsünün dini olan ve olmayan kullanım sebepleri mevcuttur ve günümüzde özellikle dini ve geleneksel boyutuyla Müslüman toplumların sosyolojik bir gerçekliğidir. İslam coğrafyasının her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de Müslüman kadınların bir bölümü başörtüsü kullanmaktadır. Başörtüsünün biçimi ve örtü kullanan kadın oranı, yöresel, kültürel, mezhepsel ve inanca ilişkin çeşitli belirleyicilerin etkisiyle farklılık arzetmektedir. Kadınların başörtüsü kullanımında kentleşme düzeyinden eğitime, ideoloji ve estetikten modaya kadar pek çok başka belirleyicinin de varlığından söz edilebilir.
Başörtüsü veya “türban” sorunu, başörtülü kadınların temel hak ve özgürlüklerini kullanmalarının engellenmesinden ve onların ayrımcılığa maruz bırakılmasından kaynaklanan bir insan hakları sorunudur. Sorunun kaynağında devletin tutum ve uygulamaları vardır. Başörtülü kadınların, devlet okullarında, özel okullarda ve üniversitelerde eğitim ve öğrenim görmeleri engellenmekte, kamu görevlisi olarak çalışmalarına ve avukatlık gibi bazı meslekleri bireysel olarak icra etmelerine izin verilmemekte, diğer vatandaşlara tanınan bazı kamusal tesis, hizmet ve imkânlardan yararlanma hakkı onlara tanınmamakta ve onlara yönelik olarak resmi bir ayrımcılık uygulanmaktadır.
Başörtülü kadınlara yönelik bu resmi tutum ve uygulama, bireysel ve sosyal hayatın birçok alanında hak mahrumiyetlerini de beraberinde getirmekte, toplumdan ve bireylerden gelen kötü muamele, aşağılama, ayrımcılık ve nefret suçlarını kolaylaştırmakta ve cezasız bırakmaktadır. Başörtüsü sorunu, bu soruna maruz kalan kadınların insan onuruna aykırı bir sosyo-politik ortamda yaşamak zorunda bırakılmaları, maddi, ekonomik, statüye ilişkin ve psikolojik zararlara uğramaları, cinsler arası ilişkilerden ailedeki konumlarına ve mesleki kariyerlere kadar birçok alanda kendi bireysel tercih ve kapasitelerine bağlı olmayan, alt düzey bir kalite ve standartta yaşamaları sonucunu doğurmaktadır.
Başörtüsü sorunu, gerek birey-devlet ilişkilerinde yaşanan gerginlikle ve gerekse, bireysel haklara verdiği zararın yanında, ortaya çıkardığı hukuki ve siyasi sorunlarla barışı tehdit eden bir sorun olarak varlığını sürekli hissettirmektedir.
Başörtülü kadınların, hem evrensel/doğal, hem de pozitif hukuktan kaynaklanan haklarının ihlal edilmesi anlamını taşıyan bu sorun, başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere Türkiye’deki özgürlükler sorununun bir parçası ve ürünüdür.
(Bölüm 1, Örtülemeyen Sorun Başörtüsü, Edisyon Kitap, 2008, AKDER Yayınları)
A. Türkiye’de Başörtüsü Sorunu:
Türkiye’de geniş anlamda kılık kıyafet sorunu ve bu kapsamda devletin bireylere giysileriyle ilgili yasaklar getirmesinin tarihi Cumhuriyet’in başlangıç dönemine ve daha gerilere, Osmanlı’ya kadar götürülebilir. Ancak kılık kıyafet sorununun bir parçası olarak başörtüsü sorununun tarihi nispeten yeni sayılabilir. Kadının örtünmesi, Cumhuriyetin başlarından itibaren devlet tarafından olumsuz bir durum olarak algılanmış ve çeşitli dönemlerde yoğunluğu çoğalan veya azalan baskıcı uygulamalara konu olmuşsa da, başörtüsü, sorunu, genellikle Türkiye’de üniversitelerde ilk başörtülü kadınların belirdiği 1960’lı yıllara ve onlara yönelik ilk engellemelere kadar geriye götürülebilir ve o dönemden başlatılabilir. Modernleşme sürecinde kadının kamusal alanda görünürlük kazanmasına paralel olarak, üniversitelerde de kadın oranı yükselmiş ve zaman içinde siyasi rejimin demokratik niteliğinin belirginleşmesine paralel olarak başörtülü kadınlar da geçmişte toplumun elit kesimlerine özgü sayılan alanlara girmeye, üniversitelerde öğrenim görmeye ve toplumdaki saygın mesleklerde diğer kadınlarla birlikte yer almaya başlamışlardır. Başörtüsü, toplumda geleneksel olarak yaygın bir kadın örtünme biçimi olmakla birlikte, Türkiye’de modernleşmenin devlet eliyle uygulanan bir tür sekülerleştirmeyi öngören Kemalizm ideolojisinin doğrularına aykırı olarak bazı eğitimli kadınların başlarını örtmek istemeleri başlangıçta devlet tarafından hoş karşılanmamış olmakla birlikte, engelleme yönünde belirli bir yasal düzenlemeye de gerek duyulmamıştır. Bu dönemlerde başörtülü kadınlardan bir bölümü zaman zaman kamu görevlilerinin çeşitli engellemeleriyle karşılaşmış olmakla birlikte, bir bölümü başörtülü olarak üniversitelerini bitirmiş ve mesleklerini icra etmeye başlamışlardır.
Başörtüsü konusunda ilk yasaklama, 1980 askeri darbesinin lideri Orgeneral Kenan Evren tarafından getirilmiştir. Aynı askeri rejimin ürünü olan ve Türkiye üniversitelerinin kendisine bağlı bulunduğu YÖK, bu direktif doğrultusunda, yasağı üniversitelerde uygulamaya başlamış ve yasak bazı üniversitelerde kısmen, bazılarında tamamen uygulanmış, bazı üniversitelerde ise öğretim elemanlarının tercihlerine bağlı olarak yasaklanmış veya serbest bırakılmıştır.
Askeri rejimin yerini zaman içinde sivil olana bırakmasına paralel olarak üniversitelerde başörtülü öğrencilere yönelik engellemeler de gevşetilmiş ve Turgut Özal’ın Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde, söz konusu engellemelerin yasal düzenlemeyle tamamen ortadan kaldırılması için çaba gösterilmiştir. Özal, genel olarak “12 Eylül Hukuku”yla mücadele ederken başörtülü öğrencilere yasal güvence sağlamaya yönelik adımlar atmış, ancak bu yasal düzenlemeler, dönemin cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in vetosuyla iptal edilmiştir. Yüksek yargı organları da Anayasayı ve laiklik ilkesini yorumlayış biçimleriyle, başörtülü kadınlara hukuki güvence sağlayan düzenlemelere karşı kararlar almıştır. Bununla birlikte, başörtülü öğrenimi yasaklayan herhangi bir yasal düzenlemenin de söz konusu olmadığı (yani yasağın yasal bir temelinin bulunmadığı) bir ortamda, başörtülü kadınların öğrenim ve kamu görevlisi olarak çalışma hakları, sivil iktidar ile onun karşısında yer alan siyasi ve bürokratik unsurlar arasındaki dengeye bağlı olarak değişmiştir. Özal’lı yıllarda gerçekleştirilen demokratikleşmeye, askeri rejimin tasfiyesine ve sivilleşme çabalarına paralel olarak 1980’li yılların ikinci yarısı ile 1990’ın başlarında yasağın uygulandığı üniversite veya fakülte sayısı, uygulanmayanlardan az olmuştur.
Ancak 1997 yılındaki yeni bir askeri müdahaleyle yasak yeniden ve bu kez daha kararlı bir biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Özellikle bu müdahalenin Refah Partisi’nin ortağı olduğu koalisyon hükümetine ve genel olarak “irtica” gerekçesine dayandırılması, din ile ilişkili birçok sivil özgürlük gibi başörtüsünün de devlet tarafından hedef haline getirilmesine neden olmuştur. Bu süreçte yargı organlarına anayasaya aykırı biçimde “irtica tehlikesi” konusunda brifing verilmiş, başörtüsüne tolerans gösteren kamu görevlileri görevden alınmış, eşi başörtülü olan birçok kamu görevlisi çeşitli biçimlerde cezalandırılmış, üniversiteye hazırlık için kurulan özel dershanelerden özel üniversitelere, imam hatip okullarından bilgisayar vs. kurslarına kadar eğitim ve öğretime ilişkin her alanda başörtülü kadınlar takibata uğratılmaya ve onları istihdam eden birçok özel işletmeye fiili engellemeler çıkarılmaya başlanmıştır. Bu süreçte de facto olarak memurluk, öğretmenlik gibi görevlerde bulunan devlet memurları ile avukatlık gibi kendi özel işini yapan kadınlar da hedef haline getirilmiş ve mesleklerini resmi veya özel olarak icra etmeleri engellenmeye başlanmıştır. İhlalin avukatlık gibi özel meslek alanlarına kadar genişletilmesinde, Barolar Birliği gibi örgütlerin yasakçı kararlarının da payı olmuştur. Özellikle 28 Şubat muhtırasından sonra, ordunun yargıyı ve genel olarak üst düzey sivil bürokratları “brife etmesi”yle birlikte, ihlalin alanı toplumsal yaşamın diğer alanlarına doğru genişletilmiştir. Önceleri sınırlı sayıda üniversitede veya bazı kamu kurumlarında uygulanan yasağın alanı, 1997’den itibaren toplumsal alanı da kapsamına almıştır. Belediyelerin başörtülü kadınları istihdam etmemesi istenmiş, hukuki bakımdan yetkili olmayan kolluk kuvvetlerince başörtülü eleman istihdam eden birçok özel eğitim ve sağlık kuruluşu basılmış, bu kadınlara çalışma alanı açan kişi ve kurum ve kuruluşların faaliyetlerine fiili çeşitli gerekçelerle engellemeler getirilmiş ve başörtülü kadınlara sürücü belgesi ve sağlık karnesi verilmemesi veya bazı hastanelerde tedavi olmalarına izin verilmemesi gibi keyfi uygulamalar ortaya çıkmıştır. Ancak çoğu kez herhangi bir yazılı kurala bile dayanmayan bu uygulamaları gerçekleştirenler hakkında yaptırım uygulanmamıştır.
28 Şubat Sürecinde başörtülü kadınların kamu görevlisi olarak çalışmalarının tamamen, kendi eğitim ve uzmanlık alanlarının gerektirdiği meslekleri yürütmelerinin ise kısmen engellenmesi, onların özel sektörde, genellikle eğitim ve uzmanlık alanlarıyla ilgili olmayan görevlerde ve düşük ücret ve ağır iş koşullarında çalışmaları sonucunu da beraberinde getirmiştir. Bu süreçte başörtülü doktor, öğretmen, işletmeci vs. istihdam eden özel sektör kuruluşları, seçeneklerinin sınırlı olduğunu bildiklerinden dolayı, onlara daha az kalifiye olan personele ödediklerinden çok daha düşük ücretler dayatabilmişlerdir. Bu kuruluşlara “İslami” holdingler ve diğer özel işletmeler de dâhildir. Başörtülü kadınlar, çoğu kez bilgisel, eğitimsel ve mesleki donanımlarının dışındaki ve altındaki işlerde, aynı pozisyondaki diğer çalışanların aldıklarından çok daha düşük ücretleri kabul ederek çalışmak durumunda kalmışlardır ve bu çalışmanın kaleme alındığı 2008 yılı itibarıyla bu durum devam etmektedir. Kadınların, kamu ve özel sektörde, kendi eğitim ve uzmanlık alanlarıyla ilgili işlerde çalışmalarının engellenmesi, onların ekonomik bakımdan ciddi bir refah kaybına uğramalarına, sosyal statülerinin düşmesine ve sonuçta engellemenin olmadığı duruma sahip olacakları yaşam kalitesinin altında bir yaşam sürmelerine sebep olmuştur.
28 Şubat Muhtırası sürecinin, başörtülü kadınlara verdiği diğer bir zarar da, eşleri başörtülü olduğu gerekçesiyle erkek kamu görevlilerinin cezalandırılmalarıdır. Bu süreçte, özellikle silahlı kuvvetlerde eşi başörtülü olduğu gerekçesiyle çok sayıda asker personel YAŞ (Yüksek Askerî Şura) Kararı ile işten atılmış, bazıları ise “ekmek paraları”, yani meslekleri ile “özel hayatları”, yani eşleri arasında bir tercih yapmaya zorlanmıştır. Bu zorlama, genel olarak erkeklerin işlerini kaybetmeleri veya sürekli olarak cezalandırılma riski altında çalışmalarının yanında, birçok durumda ailelerin bölünmesi veya boşanma gibi sonuçlar da ortaya çıkarmış, pek çok kadın, devletin yanında eşleri tarafından da baskı altına alınmış ve haklarını kullanmaması için zorlanmıştır.
Devletin başörtüsü yasağını meşrulaştırmak için kullandığı gerekçeler, basının bu amaçla yürütülen propaganda çerçevesinde yasağı haklılaştırmaya yönelik yayınları (Örneğin başörtülü kadınların bunu “siyasi bir simge” olarak kullandıkları veya bunun için Arabistan’dan para aldıkları gibi suçlamalar), genellikle bu gerekçelere inanan birey ve gruplardan gelen ve başörtülü kadınlara yönelen çeşitli biçimlerdeki nefret suçlarını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda başörtülü olmak, kentlerin özellikle üst sınıfların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerinde veya yine üye kompozisyonu genellikle üst sınıf bireylerinden oluştan kamu kurumlarında ve özel mekanlarda sözlü aşağılamalara, ayrımcılığa tabi tutulmalarına ve kimi zaman da fiili taciz ve saldırılara maruz kalmalarına sebep olmuştur.
28 Şubat sürecinin beraberinde getirdiği otoriterleşme sürecine paralel olarak diğer özgürlükler gibi, dini özgürlüklerin de gittikçe daraltılması anlamına gelen bu uygulamaların, AB ile bütünleşme sürecinin ulaşılabilir bir hedef haline gelmesiyle son bulacağı umulmuştur. Özellikle 2002’den itibaren Ak Parti Hükümetleri, demokratikleşme adına reform sayılabilecek önemli değişikliklere imza atmış, sivil ve siyasi haklar alanını genişletici nitelikte bir dizi yasal düzenleme gerçekleştirilmiştir. Ancak bu partinin ilk iktidar döneminde, başörtülü kadınların maruz bırakıldığı ayrımcılığın ortadan kaldırılması yönünde hiçbir adım atılmamıştır.
Bu çalışmanın gerçekleştirildiği 2008 yılında, Türkiye’de iktidarda başörtülü kadınlara yönelik ihlalleri kaldırmayı taahhüt etmiş olan bir siyasi parti ile ana muhalefet partisi dışında, bu konuda ona destek vermeye hazır muhalefet partileri mevcuttur. Ancak ülkedeki siyasi güçler dengesi buna izin vermemek için direnmektedir. AKP Hükümeti, 2008 yılı başında, TBMM’de CHP dışında kendisine anayasayı değiştirecek sayısal desteği sağlayabilecek tek parti olan MHP’nin, ilgili anayasa maddelerini değiştirerek üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakmak için destek vermeyi önermesiyle, ikinci iktidar döneminde ilk kez bir girişimde bulunmuştur. İki parti, üniversitelerdeki yasağı kaldırmak için, Anayasa’daki kamu hizmetlerinden yararlanmaya ilişkin maddeyi değiştirmişlerdir. Ancak yasağa karşı olan iktidar odaklarının direnişi ve bu kapsamda basının -bu düzenlemenin laikliğe aykırı olduğuna ilişkin- yoğun ve etkili bir kampanyasıyla, yasak ancak birkaç üniversitede kaldırılabilmiş, diğerinde devam etmiştir.
İlk kez sivil bir anayasanın hazırlanması, bu anayasaya başörtüsü serbestîsine ilişkin bir madde konulmak istenmesi veya yeni YÖK Başkanının özgürlükçü kimliğiyle tanınan bir isim olması bu konuda ümit verici olsa da, başörtüsüne yönelik engellemenin baştan beri mevzuattan çok fiili güç ilişkilerine dayanıyor olması bu konudaki hukuki düzenlemelerin tek başına yeterli olmayacağı izlenimini vermektedir. Bu çerçevede, Türkiye’de başörtülü kadınlara yönelik resmi ayrımcılığa son verilmesi ve başörtülü kadınların başı açık olan kadınlarla eşit haklara sahip olabilmeleri, hukuki düzenlemelerden çok, bu düzenlemeleri gerçekleştirecek olan siyasi iradenin, ülkedeki sosyal, ekonomik ve sınıfsal güçler mücadelesindeki başarısına bağlı görünmektedir.
B. Hak ve İhlal
Başörtüsü kullanmak, tıpkı kullanmamak gibi bir haktır. Bu hak, bir ülkenin pozitif hukuku tarafından güvence altına alınmış olsun veya olmasın, odağında dokunulmaz devredilmez, vazgeçilmez hak nosyonunun yer aldığı doğal/evrensel hukuktan kaynaklanır. Bu anlamdaki hukuk, felsefi bakımdan insan haklarının da kaynağını oluşturan ve dünyanın her ülkesindeki mevzuatı ona dayanarak değerlendirmemizi mümkün kılan evrensel bir değeri ve insanlığın en yüksek düzeydeki ortak ahlaki zeminini ifade etmektedir. Bu çerçevede, başörtüsü ile ilgili olarak haktan söz ederken, bu anlamıyla hukuktan, onun kapsamındaki ilke ve güvencelerden ve özelde ise özgürlük hakkından söz edilmektedir.
Bir insanın başını örtmesinin neden bir hakkın kullanımı olduğunu anlatmak için ilk başvurulacak değer, genel olarak özgürlük hakkı ve onun bu hakkın kullanımıyla ilgisi ölçüsünde birçok farklı türüdür. Özgürlük, en genel anlamıyla, bir insanın başkasına zarar vermediği sürece dilediğini yapabilmesi şeklinde tanımlanabilir. Sınırı da, Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’de çizilen şekliyle, başkasının özgürlüğünün sınırıdır. Bu çerçevede, bireyin giyinme biçimi de esas olarak kendi tercihi doğrultusunda kullanacağı bir özgürlük hakkını ifade etmektedir. Özgürlük hakkı, bireyin sadece başörtüsü kullanmasının değil, kullanmamasının da hukuki zeminidir.
Bireyin başını örtme talebi, sadece genel anlamıyla özgürlük ilkesiyle değil, onun farklı tezahür biçimlerini ifade eden diğer özgürlük türleriyle de temellendirilebilir. Düşünce ve ifade özgürlüğü, bireyin herhangi bir düşünceyi zihninde taşımasından ibaret olmayıp, onu çeşitli biçimlerde dışarıya yansıtabilmesini, bu çerçevede, kendisini sözle, yazıyla, sanatla, tutumla, tavırla, giysilerle, takılarla, mimikle ve başka yollarla ifade edebilmesini içerir. Din ve vicdan özgürlüğü de, bir insanın herhangi bir dini inanca sahip olmasını veya olmamasını veya ona kayıtsız kalmasını, herhangi bir dinin veya inancın çeşitli biçimlerini tercih edebilmesini, dini, din dışı veya dine karşıt fikirlerini serbestçe ifade edebilmesini, onun propagandasını yapabilmesini, bireysel veya kolektif bir biçimde onun ayinlerini, ritüellerini, törenlerini gerçekleştirebilmesini, dilerse bunları yapmamasını, o inançtan veya o inancın gerektirdiği gruplardan ayrılabilmesini içeren bir haktır. Bireyin başını örtme talebi, düşünce, ifade, din ve vicdan özgürlüğü haklarının yanında, eşitlik, insan onuruna yaraşır bir hukuki ve siyasi düzende yaşama hakkı, ayrımcılığa uğramama hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hakkı gibi diğer insan hakları çerçevesinde de temellendirilebilir veya bu haklar temelinde de savunulabilir.
Bu haklar hiç kuşkusuz mutlak olmayıp, bir hakkın kullanımının başka bireylerin haklarını ihlal etmesi durumunda sınırlandırılabileceği yönünde evrensel hukukta ve insan hakları teorisinde genel bir görüş birliğinden söz etmek mümkündür. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) de dahil olmak üzere, bu hakları güvence altına almaya yönelik uluslararası metinler de “kamu güvenliği, düzeni, sağlığı, ahlakı” gibi sınırlama gerekçelerini kabul etmektedir. Başörtüsünü yasaklamaya çalışanlar da, evrensel hukuktan kopmadan bunu yapmak istediklerinde, söz konusu beyanname ve sözleşmelerin içerdiği haklardan başörtülü kadınların yararlanmasını engellemek için zaman zaman insan haklarının dilini kullanmakta ve bu sınırlama nedenlerini yasak için gerekçe haline getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak (1) gerek İHEB’in ve gerekse AİHS’nin başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere, içerdikleri diğer haklar, başörtüsünü de kapsamaktadır ve (2) İHEB’nde belirtilen haklarla ilgili sınırlamaların “ayrımcı amaçlar içeremeyeceği veya ayrımcı bir şekilde uygulanamayacağı” da yine BM İnsan Hakları Komitesi tarafından duyurulmuştur (Ataman, 2007: 181). BM İnsan Hakları Komitesi (Genel Yorum 22, Madde 18: 30.07.93; Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü, Kırksekizinci Oturum, 1993), İHEB’nin din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 18. Maddesinin başörtüsünü de kapsadığını ifade etmiştir. Komite’ye göre, “(d)in veya inanca uygunluk veya din veya inancın uygulanması, sadece törenleri değil aynı zamanda beslenme ile ilgili adetleri, belirli kıyafetlerin giyilmesini veya başörtüsü takılmasını, hayatın belirli aşamalarıyla ilgili törenlere katılmayı, özellikle belirli bir grubun kullandığı belirli bir dili konuşmayı da içerebilir”. (Bkz. Ataman, Hakan (Hazırlayan), Ayrımcılığa Karşı Uluslararası İnsan Hakları Mevzuatı, (Editör: Hasan Sayim Vural), İnsan Hakları Gündemi Derneği, Ankara, 2007, s. 180.) Bu çerçevede, sınırlandırma gerekçeleri başı açık veya başı örtülü kadınlara ayrımcılık anlamına gelecek düzenlemeler de içeremez.
Başörtüsü yasağı, Türkiye ve Tunus gibi ülkelerde sui generis bir laiklik ilkesiyle veya o ülkedeki egemen ideolojik çerçeveye referansla da gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır. İlkinden başlayacak olursak, başörtülü olmak veya olmamak, bireyin ifade özgürlüğünü kısıtlamanın meşru görülmesini mümkün kılacak sınırlama gerekçeleri arasında değildir. Başörtüsünün dini bir gerekçeyle kullanılması da onun kullanım alanını sınırlandırmanın meşru bir gerekçesi olamaz. Kadının başını örtme ve örtmeme hakkını, insan haklarının sınırlandırılmasına ilişkin hukuki gerekçelere dayanarak engellemeye çalışmanının meşruluğu aynıdır. Başörtüsünü, resmi ideolojiye aykırılık temelinde yasaklamak için başvurulan gerekçelerin ise hukuki bakımdan bir değeri yoktur.
Bu hakkın kullanımının engellenmesi de başta düşünce, ifade, din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere, eşitlik, insan onuruna yaraşır bir hukuki ve siyasi düzende yaşama hakkı, ayrımcılığa uğramama hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hakkı gibi bir dizi sivil ve siyasi hakkın da ihlali anlamına gelmektedir.
C. Yasağın Gerekçelendirilmesi Üzerine Notlar
Başörtüsünü yasaklayanlar veya yasağı savunanlar, bunu çeşitli biçimlerde temellendirmeye çalışmaktadırlar. Başörtüsünün siyasi simge olduğundan, onun erkek egemen dünya görüşünün yansıması olduğuna, başörtülü kadınların başlarını baskı ile örttüklerinden, başörtüsü hakkını tanımanın bazı kadınları örtünmeleri yönünde çevre baskısına maruz bırakabileceğine veya onun laikliğe ve Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı, “gerici/irticai” bir nitelik taşıdığına kadar pek çok gerekçe ileri sürülmektedir. Bu çerçevede, gerekçeleri gruplandırarak, onların insan hakları açısından tutarlı olup olmadığını tartışmak yararlı olabilir. Bu çerçevede, yasağın gerekçeleri ve gerekçelerin eleştirisi aşağıdaki gibi ele alınabilir:
“Türban” ideolojik bir simgedir. Başörtülü (“türbanlı”) kadınlar, bunu samimi din duygularının bir ifadesi değil, ideolojik bir simge olarak kullanmaktadırlar.
Bu yaklaşımın temel yanlışlığı, her şeyden önce, homojen bir “türbanlılar” veya “başörtülü kadınlar” kateorisinin varlığını veri almasıdır. Bu tür bir sosyal kategorizasyon (yani bireyleri bir sosyal kategorinin içinde vehmetme), hemen hemen her zaman öteki olarak görülen ve önyargıyla bakılan insanlara yönelik bir yaklaşım sorunudur. Aynı sosyal kategori içinde değerlendirilen, adeta gizli bir gündem çerçevesinde aynı birlikte hareket eden homojen bir insan grubu gibi bireysel farklılıkları reddeden kolektif kimlikler hayal edilmektedir. Oysa bütün kolektif kimlikler gibi homojen bir “türbanlılar” da gerçek değildir. Kadınların tek bir neden, güdü veya etkiyle başlarını örtmeleri sosyolojik olarak mümkün olmadığı gibi, insan hakları bakımından bu yargının bir anlamı yoktur. Aynı şekilde, milyonlarca kadının başörtüsünü hangi gerekçeyle taktıklarını tespit etmek mümkün olmadığı gibi, bunu yapmak devletin görevi de değildir. Devletin görevi, başörtüsü kullanan ve kullanmayan bireylerin özgürlüklerini korumakla sınırlıdır. Kadınların başörtüsünü ağırlıklı olarak dini sebeplerle örttükleri düşünülebilir; ancak siyasal, ailevi, kültürel, yöresel, estetik, tepkisel ve daha pek çok başka nedenle de başörtüsü takmak mümkündür ve bu ikinci gruptaki nedenleri ilkinden daha önemli saymak için bir neden yoktur. Hangi kadının hangi gerekçeyle başını örttüğünü belirlemek mümkün olmadığına göre, siyasal amaçlı başörtüsü kullanımını cezalandırmak için genel bir yasak koymak, sadece insan haklarına ve hukukun temel ilkelerine değil, yasağın amacına da aykırıdır. İnsan hakları açısından dinsel veya siyasal/ideolojik gerekçelerle veya başka herhangi bir gerekçeyle başörtmek, tıpkı başörtmemek gibi bireye ait bir karardır ve devletin buna saygılı olması zorunludur. Başörtüsünün Atatürk ilkelerine aykırı olması iddiası ise insan hakları açısından eleştiriyi gerektirmeyen anlamsız bir argümandır. İnsan hakları çerçevesinde önemli olan, bireylerin baş örtmeye veya açmaya zorlanmamasıdır.
Öte yandan devletin başörtüsünü sadece siyasal amaçlı kullananları cezalandırdığı, “samimi din duyguları nedeniyle” örtenlere karışmadığı da doğru değildir. Çünkü yasak kimin “samimi” duygularla örttüğüne bakılmadan, kategorik olarak herkese karşı uygulanmaktadır. Hiçbir üniversitede veya devlet dairesinde kimin “samimi din duygusu”yla başörtüsü kullandığı sorulmamaktadır. Bir an için başörtüsünü siyasi gerekçeyle kullanmanın yasak gerekçesi olduğunu kabul edecek olsak bile, sayılarını bilmediğimiz ve hiçbir zaman tespit edemeyeceğimiz “öteki kadınların”, yani başını “samimi din duyguları”yla örtenlerin de ilk grupta olduğu sanılanlarla birlikte topluca cezalandırılmalarının hukukun temel ilkelerine aykırı olacağı açıktır. Çünkü sadece insan hakları açısından değil, genel bir hukuk ilkesi olarak da kolektif cezalandırma kabul edilemez.
Özel alanda başörtüsü serbesttir, ancak “kamusal alan” nötr olması gereken bir alan olduğundan, bu alanda yasak olması gerekir.
Bu argüman birçok açıdan yanlışlanabilir. Her şeyden önce, özel ve kamusal alan ayrımları, yasağı koyanlar tarafından netleştirilmiş değildir. Kamusal alan hukuki değil siyasi bir anlam taşıdığından dolayı, hukuki bir düzenlemenin gerektirdiği biçimde somutlaştırılması da mümkün değildir. Dahası, kamusal alan, bireylerin farklılıklarını silerek değil, çeşitli kimlik özellikleriyle kendilerini ifade edebildikleri ölçüde anlam kazanan bir alan olarak da tanımlanabilir ve bu anlamıyla yasağa değil serbestiye elverişlidir. Öte yandan Türkiye’de yasağın pratiği, kamusal alanın, kamu çalışanı olmaktan, kamu hizmetinden yararlanan bireylere kadar genişletildiğini göstermektedir. Başörtülü kadınların, sadece öğretmen veya akademisyen olmaları engellenmemekte, öğrenci olarak kamu hizmeti almaları da engellenmektedir. Ancak bu yasakta bile tutarlılık olmadığı görülmektedir. Yasağın devlet hastanelerini kapsamaması, ama kimi zaman sürücü kurslarından üniversiteye hazırlık için kurulmuş özel dersanelere kadar genişletilmiş olmasının anlamı budur. Bu yasak başörtülü kadının, örneğin, çocuğunun okuduğu okuldaki törende ulusal marşı başörtülü olarak dinlemesinin engellenmesi gibi bir boyut dahi kazanabilmektedir.
Üniversitede başörtülü öğrenim görenler kamu hizmetinden yararlandıklarından dolayı onlara yasak getirilemez; ama kamu hizmeti verenler, tarafsız olmak zorunda olduklarından dolayı başörtülü kamu görevlisi olamazlar.
Türkiye’de tarafsızlık ilkesi yanlış anlaşılmakta ve yanlış uygulanmaktadır. Tarafsızlık ilkesi, kamu görevlisinin “tarafsız” bir kılık kıyafet ile hizmet vermesini değil, yürütülen kamu hizmetinin tarafsızlık esasına uygun olmasını ifade eder. Kamu görevlisinin dinsel, düşünsel ve benzeri özelliklerini bireysel kimliklerine yansıtırken, verdikleri hizmeti tarafsızlık ilkesine uygun biçimde yürütmeleri mümkündür. Kaldı ki Türkiye’de yaşayan kadınların başörtüsü kullanmalarının yaygınlığı göz önüne alındığında, tarafsızlığın neden bu ülkedeki kadınların giyinme biçimlerinden sadece birisine (başı açık olmaya) ait bir sıfat olarak tanımlandığı da ayrıca sorulabilir. Kamu görevlisinin başı açık olarak görev yapmasını tarafsızlık olarak görenler, kadının giyinme biçimlerinden birini (genellikle de kendi yaşam biçimlerine uygun olanı) tarafsızlıkla özdeşleştirme hatasına düşmekte, genellikle kendi yaşam biçimlerine uygun olan giysiyi “normal”, diğerini “normal olmayan” olarak gördüklerini ifade etmiş olmaktadırlar. Oysa tarafsızlık bireye değil devlete ait bir kavramdır. Tarafsız devlet, dünya görüşlerinden giysilerine kadar bütün kimlik özelliklerine veya farklılıklarına eşit mesafede duran, hiçbirini “ideal” veya “olması gereken”le özdeşleştirmeyen devlettir. Bu çerçevede Türkiye’de asıl sorun, devlet tarafından tanımlanan resmi ideolojiye uygun düşünce ve pratiklerin “tarafsızlık” olarak algılanmasından da doğmaktadır. Çözüm de devletin kamu görevine almada ve onların kamu hizmetini yürütmelerinde, görevin gerektirdiği niteliklerden (diploma, özel yetenek, staj, vb.) başka bir koşul aramaması ve kendilerinden beklenen kamu hizmetini yürütürken vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmadan, işlerini sadece görevin gereklerine uygun olarak yürütmeleri demektir. Bu çerçevede, başörtülü veya başı açık bir kadını, salt bu özelliğinden dolayı işe almayan ve çalıştırmayan devletin kendisi tarafsızlıktan ayrılmış demektir.
“Başörtüsü özgürlük değildir. O kadını toplumda ikinci plana iter, onun kamusal yaşama katılmasını engeller, özgürlüğünü elinden alacak bir dünya görüşüne sokar. Dolayısıyla başörtüsü yasağı kadının lehinedir.”
Daha çok devletin bu yasağını destekleyen diğer kesimlerce dile getirilen bu yaklaşımın temel hatası, özgürlük (freedom) ile özgürleşmeyi (emancipation) birbirine karıştırmasıdır. Başka bir ifadeyle, bireyin veya devletin, felsefi anlamda herkes için farklı tanımlanabilecek bir özgürleşme/özgürleştirme kavrayışlarından birini tercih etmesi ve onu bir sivil ve siyasi hak olarak, hukuki anlamıyla özgürlüğün yerine ikame etmesidir. Herkes için özgürlüğün felsefi anlamı farklı olabilir; kimisi için özgürlük üretim ilişkileri çerçevesinde anlam kazanırken kimisi için “zorunluluktan kurtuluş”, kimisi için de “insanın doğru dine/ideolojiye/felsefi sisteme uygun yaşaması” anlamını taşıyabilir. Özgürlüğe bu tür daha pek çok anlam yüklemek mümkündür; ancak hukuk devleti “özgürleşme” ideallerine dayalı bu türden özgürlük kavrayışlarını değil, hukuktaki şekliyle “zorlamanın olmaması” anlamındaki özgürlüğü temel almak zorundadır. Başörtüsü kullanmak (veya kullanmamak) kötü, yanlış veya zararlı görülebilir veya gerçekten öyle de olabilir. Ancak bunu savunmakla yasaklanmasını savunmak birbirine karıştırılmamalıdır. Yine bu yaklaşımın yanlışlığı, birey için neyin iyi olduğuna ilişkin kararı hiç kimsenin onun adına alamayacağı gerçeğini ihmal etmesidir. Başörtüsünün iyi veya kötü olduğunu düşünenlerin yapması gereken, bu konudaki düşüncelerini ifade etmek ve karşı görüşte olanları ikna etmeye çalışmakla (felsefi ve siyasi mücadeleyle) sınırlıdır.
Kısacası buradaki sorun, bireyin nasıl gerçekten özgür olacağına ilişkin çeşitli felsefi özgürlük kavrayışlarıyla, İHEB veya AİHS gibi uluslararası belgelerde ifadesini bulan insan hakları literatüründeki özgürlük kavrayışının birbirine karıştırılmasıdır. Hepimizin “gerçek özgürlük” konusunda farklı felsefi ve politik tasavvurlarımız olabilir; ancak bu, bireylerin başka bireylerin haklarını ihlal etmedikleri sürece özgürlük haklarını bizim onaylamadığımız biçimlerde de kullanabilecekleri gerçeğini kabul etmemizi engellememelidir.
Türban veya başörtüsü kullanımının kadını kamusal yaşamdan ayıran değil, tersine, onu kamusal yaşama katan bir özelliğinden de söz edilebilir. Bu anlamda başörtüsü, aile ve çevre baskısı, çeşitli “namus” algılayışları ve taciz kaygısı gibi nedenlerle başörtüsüz olarak kamusal yaşama katılamayan, eğitim ve öğretim haklarını kullanamayan kadınların katılımını sağlayan bir araç olarak da değerlendirilebilir. Bu bağlamda başörtüsünü yasaklayarak kadına öğrenim ve çalışma yaşamının kapısını kapatmak onların lehine değildir. Kadının başını örtmesini kadın hakları temelinde eleştirmek, bunun onun lehine olmadığını düşünmek, ona yönelik yasakları onaylayanlar açısından bir tutarsızlığı ifade ettiği gibi, kamu otoritesi açısından da ayrımcılığa dayanan bir insan hakları ihlalidir. Dahası, “kadının iyiliği” adına, onun istemediği bir davranışa zorlanmasının meşruluğunu onaylamak, ancak laik diktatörlüklerden dini diktatörlüklere kadar bütün baskıcı rejimlerin kadına yönelik dayatmacı uygulamalarına karşı çıkacak ahlaki zemini terk etme pahasına mümkün olabilir.
“İleride kadınların hepsinin başını örttürecek bir rejim olmaması için, devletin başörtüsünü yasaklaması meşrudur.”
Gelecekte bazı kadınların baskıya maruz bırakılmasından duyulan kaygı meşru bir kaygıdır; ancak bu kaygı, gelecekteki bazı kadınları kurtarma adına bugünkü başka bazı kadınların baskıya maruz bırakılmasını meşrulaştırmaz. Başı açık kadın ile başı örtülü kadın aynı insanlık değerine sahiptir ve dolayısıyla birinin özgürlüğü daha değerli olarak görülemez. Kaldı ki, başörtülü kadınlara yönelik baskıcı bir uygulamanın ahlaki bakımdan değersizliği bir yana, pratik bakımdan da başını örtmek istemeyen kadınları baskıcı otoriteden koruyacağının da bir garantisi yoktur. Tersine, gücü elinde bulunduranın baskı yapmasının meşruluğuna onaylayarak, başı açık ve örtülü kadınların geleceğini eşit ölçüde tehlikeye atan zihniyete ve uygulamalara da zemin oluşturacaktır.
Bu yaklaşımın insan hakları açısından diğer bir hatası, temel bir bireysel hakkın kullanımına ilişkin kararın devlet tarafından alınabileceğini öngörmesidir. Bu konuda hem Türkiye, hem de Suudi Arabistan devletleri hemfikirdir; yani “kamusal alan”da kadının nasıl giyinmesi gerektiğine ilişkin kararı devlet otoritesinin vereceğini ikisi de kabul etmektedir. Uzlaşmadıkları tek konu, onun nasıl giydirileceğidir. Birisi zorla başını açtırırken, diğer zorla örttürmektedir. Aslında bu yaklaşım, sadece başörtüsü konusunda değil, etnik, kültürel ve siyasal nitelikli pek çok konuda, bireysel ve toplumsal varoluşu belirlemede devletin kendisini bireyler-üstü bir karar verici olarak görmesi sorununun bir parçasıdır. Bu yönüyle de, bireye yaklaşım söz konusu olduğunda, birbirine zıt görünen yasakçı uygulamaların dayandığı zihniyetin tamamen aynı olduğu saptanabilir. Evrensel anlamıyla hukuka göre, devletin koyduğu kuralların meşruluğunun en temel ölçütlerinden biri, insan haklarına uygunluktur.
Sonuç
Başörtüsü sorunu, Türkiye’deki çok boyutlu ve kronik insan hakları sorununun bir parçasıdır ve diğer sorunlarla aynı kaynaktan doğmaktadır. Yasağın kaynağı, insan haklarına dayalı bir hukuk devletinin gereği gibi tesis edilememiş olmasıdır. Türkiye’de devlet, mevcut yapı ve işleyişiyle, sahip olduğu resmi ideolojiyle, bu kapsamda dayandığı anti-demokratik laiklik uygulamalarıyla, sadece başörtülü kadınlar için değil, düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmak isteyen bütün kesimler için insan hakları sorunları üretmektedir. Din alanında, başörtülü kadınları mağdur eden kural ve uygulamalarla gayrimüslimleri, Alevileri ve resmi olarak meşru görülen din kavrayışının dışında kalan diğer bütün birey ve grupları mağdur eden kural ve uygulamaların kaynağı aynıdır. Bunun anlamı, başörtülü kadınların da mağduriyetini giderecek nihai ve köklü çözümün, devletin evrensel anlam ve içeriğiyle hukuka uygun hale getirilmesinden geçtiğidir.
Başörtüsü sorununun çözümü konusunda atılması gereken somut adımlar ise şöyle özetlenebilir: Devlet, başörtülü olan ve olmayan bütün kadınlara, evrensel hukuk, adalet ve eşitlik temelinde haklarını iade etmelidir. Bu çerçevede, başörtülü kadınlara yönelik resmi ayrımcılığa son verilmeli, onların sivil ve siyasi haklardan eksiksiz yararlanmaları sağlanmalı, eğitim, öğrenim, çalışma yaşamında onlara yönelik ayrımcı kural ve uygulamalar ortadan kaldırılmalıdır. Yasakların sürdüğü zaman süresince uğradıkları hak kayıpları tazmin edilmelidir.